23 Ekim 2010 Cumartesi

Seçkinlerin ruhu adına bu kurbanları kabul et, ey Ata’m![1]

“Bütün ‘iyi şeyler’in altında ne çok kan ve vahşet yatıyor.” Nietzsche


Genç bir yazar, deneyimli meslektaşına nasıl bestseller yazacağı konusunda danışır. Aldığı cevaba göre yazacağı romanın mutlaka şu öğeleri barındırması gerekmektedir: “Tarih, gizem, din, seks ve aristokrasi”… Son dönem bestsellerlarını düşününce bu fıkrada su götürmez bir gerçeğin dile getirildiği, görmezden gelinemeyecek kadar aşikâr. Bu formülün geçerlilik kazanışının nedenlerine dair bir dolu şey sıralanabilir elbette, ama kestirme bir biçimde söyleyecek olursak, bu formül, büyük anlatılardan, bütünlük ve tutarlılık vaat eden hayat öykülerinden yorulan çağımız okurunun/yazarının artık düpedüz tüketimin konusu haline gelmiş ‘kimlik inşası’ sorununa bulduğu kolay ve rahatlatıcı çözümün bir parçası. Kendini bugünde inşa etmenin zorluğuna karşı, geçmişin şimdiki zamana karıştımasıyla tarihten ‘ödünç’ alınan kimliklerle sağlanan rahatlama; tarihi mistifiye edip çözüm ve alternatif üretme konusundaki kayıtsızlığı ve tembelliği maskeleme isteği günümüz okur-yazarının halet-i ruhiyesinin bir parçası. Ve belki de David Harvey’in kültür festivalleri için yaptığı saptama, bütün bir kültür piyasası için geçerli sayılabilir: “Nostaljiyi beslemek, sıhhileştirilmiş kolektif hafıza üretmek, eleştiri yoksunu estetik hassasiyet geliştirmek ve gelecekteki tüm olasılıkları ebedi olarak bugüne saplanıp kalacak olan çatışkısız bir arenaya sıkıştırmak” (Umut Mekânları, çev. Zeynep Gambetti, s. 207).

Ahmet Ümit’in çok satan romanı İstanbul Hatırası da, yukarıdaki bestseller formülüne epeyce uyuyor. Bu yüzden, kısa sürede onbinlerce baskı yapmasını yadırgamamak lazım. Burada tartışılması gereken de, bir romanın bestseller olması değil, onu bestseller yapan öğeler: Bestseller roman yazarının ideolojik manevraları, estetiği salt bir oyun alanı haline getirirken toplumsal düzeni onayladığı, onunla işbirliği yaptığı yerler...

Harvey’in “eleştiri yoksunu estetik hassasiyet” sözü, konusu ve belki de ana kahramanı İstanbul olan bir roman söz konusu olunca daha da önem kazanıyor. Çünkü, Ahmet Ümit’in bu romandaki asıl derdi, bir dönemin, kültürün, tarzın cisimleştiği İstanbul tarihini anlatmak ve kutsamak. Kültürün ve estetiğin idealizasyonu yoluyla belli bir sınıfın hayat tarzına, kaybolan kültürüne ağıtlar yakmak...

Ne demek istediğimizi tam olarak anlatabilmek için, Ahmet Ümit’in, romanının merkezine oturttuğu İstanbul’un bize neler söylediğine bir bakalım. Sarayburnu’nda, Atatürk anıtının altında bir ceset... Kurbanın avucunda İstanbul’un Bizans olduğu zamanlardan kalma bir sikke... İlk cinayetten sonra, okur, kâh bu sikkenin anlamını çözmeye çalışan Komiser Nevzat ve yardımcılarından, kâh hem şüpheli, hem de bilirkişi olan Topkapı Müzesi Müdiresi Leyla Barkın’dan tarih dersleri dinleyerek katilin ayak izlerini takip edecektir. “Tarih dersleri” sözü yanıltmasın; bunlar, Komiser Yardımcısı Zeynep’in Google’dan, muhtemelen de Wikipedia’dan, bulup amirine, dolayısıyla biz İstanbul cahili okuyuculara aktardığı bilgilerdir. Ahmet Ümit, İstanbulluların İstanbul konusundaki cehaletinden öylesine mustariptir ki, romanındaki her karakteri bir turist rehberine dönüştürmekte beis görmez. Roman yayımlandıktan sonra yazarın rehberliğinde düzenlenen ‘kültür turları’ da bu cehaleti giderme yönündeki çabanın eseri olsa gerek.

İstanbul Hatırası’nda, Yeşilçam filmlerinde olmadık anlarda durup şarkı söyleyen karakterler gibi, ikide bir tarih sohbetine dalan karakterler bulur karşısında okur. Bu sohbetlerin, cinayet düğümünü çözmeye bir katkısı olmasa da, ‘tarih’e meraklı okurun İstanbul hakkındaki malumatfuruşluğuna, ya da kitap yabancı dillere çevrildiği takdirde ‘roman tadında’ bir İstanbul rehberine kavuşacak yabancı okurun hazzına yapacağı katkıyı küçümsememek gerek. Zaten günümüzün bestseller kavramı da, muhtemeldir ki, bu tür ihtiyaçların karşılanması üzerine oturuyor.

Maktulün avucundaki parayla İstanbul’un Bizanslı tarihine gönderme yapıldığı hemen anlaşılsa da, Atatürk anıtının anlamı ilk bakışta anlaşılamaz. Bu konuda söylenecek her şeyin üstü örtülü olmasına da özellikle dikkat edilmiştir zaten. Daha ilk sayfalarda katillerin aslında kimler olduğunu anlamak gibi, bu gizli kodu çözmek de kolaydır aslında, ama oraya sonra gelelim.

İmparatorların kurduğu kentlerde seçkinler yaşar
Ahmet Ümit’in, romanda Tarihi Yarımada ile sınırladığı İstanbul manzarası, yalnızca turistik geziler için değil, efkârlı bir İstanbul nostaljisi için de uygun ve gerekli bir zemin. Balatlı üç delikanlının, Komiser Nevzat ile çocukluk arkadaşları Demir ve Yekta’nın, ‘komşunun komşunun külüne muhtaç olduğu’ zamanlardan süzülüp gelen dostlukları yalnızca bireysel geçmişlerinin ortaklığına dayanmaz; onları birleştiren asıl güç, her ölümlünün erişemeyeceği bir kültürel ayrıcalık olan İstanbulluluktur, İstanbul’un o herkese ait olmayan tarihidir.

İşlenen yedi cinayette de, İstanbul için önemli işler yapmış imparatorlara göndermede bulunulur. Kurbanlar, İstanbul’un tarihi dokusuna zarar veren girişimciler, onlarla işbirliği yapan bilim insanları, mimarlar vs’dir. Yani, İstanbul’un katilleri öldürülmektedir. Karakterlerin arşınladığı her sokakta imparatorların, sultanların, büyük sanat eserlerinin izleri vardır. Tarih, yüksek zümrenin izini taşıyan kültür ürünlerinin tarihidir. Komiser Nevzat’ın İstanbul nostaljisi, aristokrat sınıfın anlatılarında olduğu gibi, rafine kültürü bozan her şeye, kaba ve görgüsüz burjuvalara ve ayaktakımına nefretle bakar. İstanbul’u talan eden, sonradan görme para babaları  ve “tarihi anıtlara işeyen” ayaktakımı, ayrıcalıklı elitler için eşit derecede düşmandırlar. Romandaki görgüsüz para babasının, Hakkârili, koruculuk yapan bir aşiretten olması da oldukça manidardır. Tam da bu noktada, “Kültür bir kapitalizm eleştirisi olabilir; bununla beraber, kapitalizm karşıtlarının da eleştirisidir” diyen Terry Eagleton’a kulak vermekte fayda var (Kültür Yorumları, çev. Özge Çelik, Ayrıntı Yay., 2005; s. 27). Kültürü, zaman, tarih, iktidar ve sınıflar üstü bir konuma yerleştiren bu anlayış, aslında oldukça sınıfsal bir hayat tarzı tanımının peşindedir. “Kültür tutkudan çok duyarlılığın tarafındadır; başka bir deyişle, öfkeli kalabalıklardan çok bir tarz sahibi olan orta sınıfların” (Eagleton, s. 28). “Nerede o eski İstanbul?” yakınmalarında dile getirilen, tam da bu orta sınıf yaşam tarzına duyulan özlemdir. 

 “Bakma bu halimize, Elhamdülillah doğma büyüme İstanbul çocuğuyuz. Tamam, sokakta yatıyoruz. Anamız da, babamız da bu şehir. Beşiğimiz İstanbul’du, mezarımız da İstanbul olacak” (s. 101). Cinayet tanığı iki sokak şarapçısından birine bu sözleri söyletse de, herkesin İstanbullu olabileceği konusunda şüpheleri vardır yazarın. İstanbul Belediyesi’nin birkaç yıl önce şehir meydanlarını donattığı afişlerde “Kars’ta doğdum ama İstanbulluyum”, “Yerlere tükürmüyorum, çünkü İstanbulluyum” minvalinde, adabımuaşeret aracılığıyla yaymaya çalıştığı İstanbulluluk bilinci ne kadar sahiciyse, sokak serserisinin İstanbulluluk bilinci de o kadar sahicidir. İmparatorluk saraylarından, yüksek sanat ürünlerinden haberdar olmayan birinin, ‘İstanbul Hatırası’ fotoğraflarına giremeyecek kadar kaba saba olarak görüleceği aşikârdır. Zaten Komiser Nevzat da, neredeyse her satırda, bir zamanlar imparatorların arşınladığı sokaklarda yürümekte olduğunu tekrarlar ve bu sokaklarda ayaktakımından biriyle karşılaştığında, imgelem gücünü orta sınıfın rafine hayat tarzının emrine sokar.

Romanda, Hakkârili Kürt işadamının korumaları şöyle tasvir ediliyor: “Konuşurken öndeki tavşan dişleri ortaya çıkmıştı. Talihsiz biri olmalıydı; Allah onu iri yaratmıştı ama nasıl ki Fettah’a kadınsı gözler vererek lanetlemişse, buna da iki iri tavşan diş vererek gövdesinin yaratacağı bütün ürküntüyü ortadan kaldırmıştı” (s. 274). Aristokrat sınıfın anlatılarının başlıca özelliklerinden biri de, bu anlatılarda burjuvaların ve alt sınıflara mensup karakterlerin bedenlerinin, deformasyona uğramış, hatta gülünç bedenler olarak tasvir edilmeleridir. Bu karakterlerin kullandıkları dil de, bu gülünçlüğü perçinler. İstanbul Hatırası’nda karşımıza ‘gerçek İstanbullu’ olarak çıkmayan tüm tipler, özellikle Lazlar ve Kürtler, hem komik aksanlarıyla hem de alıklıklarıyla, Komiser Nevzat ve ekibini, dolayısıyla seçkin okuru eğlendirmeye adaydırlar. Hakkârili Kürt turizmci Âdem Yezdan, eğitimi sayesinde, ancak seçkinlere nasip olabilecek bir tarih bilgisine sahip olsa da, tarihle ilişkisi Roma imparatorlarının saraylarını taklit eden, melez bir kitschlikten öteye gidemez. “Öldürmeyi bilen bir aşiretin çocuğu olarak” (s. 466), “zaten kültüründe var olan şiddet eğiliminin de yardımıyla gözünü kırpmadan insanları öldürebilecek” (s. 468) olan Âdem Yezdan, insanları değilse de İstanbul’u öldürmüştür. Şiddeti bir kültüre içkin sayan bu özcü anlayış, böylesi bir seçkincilikten ötürü şaşırtıcı olmasa da, epeyce üzücü…

Eski solcular sivil toplumcu, İslamcılar tasavvufçu
Tarihi Yarımada seyahatindeki duraklardan biri de Fatih-Çarşamba’dır. Ne var ki, Çarşamba semtinin görüntüsünü ne Batılı okura, ne de Türkiyeli seçkin okura izah etmek mümkündür. Siyaseten doğruculuktan uzak orta sınıf tepkileri Komiser Yardımcısı Ali’nin ağzından dile getirilir: “Burası Türkiye’den çok İran’a benziyor Başkomiserim… Bu insanlar… [….] Ya baksanıza, kadını erkeği, herkes bir tuhaf burada” (138).  Bu sözler üzerine,  Komiser Nevzat, ‘turist rehberi’ kimliğinden ‘kanaat önderi’ kimliğine geçerek ‘Çarşamba kültürü’ sorununa bir çözüm bulur. Tarih öğretmeni annesinin bir zamanlar vermiş olduğu bilgilerle Ali’yi-ve de kendisini-rahatlatmaya çalışır: Semtin siyah çarşaflı, çember sakallı görüntüsünün tarihsel bir arkaplanı vardır aslında. Ezelden beri dinlere evsahipliği yapan bu bölge, şimdi de Müslümanların eline geçmiştir. Bu açıklamayla, Çarşamba tarihsel olarak İstanbul nostaljisine bağlanmış olur ama halledilmesi gereken bir sorun daha vardır: Radikal İslam. İstanbul’un salt kültürel bir varlığa indirgenmesi gibi, İslam da kültürel bir kimlik kazanmalıdır ki, hafızanın süzgeçlerinden geçebilsin. ‘Çokkültürlülük’ güzellemesi İslam düşmanlığına izin vermeyeceği için, İslam’ın tüm siyasi içeriğinden kopartılıp kültüre ve estetiğe eklemlenmesi gerekir. Osmanlı’dan bu yana, İslam’ı liberal hümanizm sınırları içerisinde tutmak isteyen aydınların tipik tavrıdır bu. Bu yüzdendir ki, cinayet şüphelilerinden, Afganistan’a gidip Mücahitlerle birlikte savaşmış olan Ömer, nedamet getirip tasavvufa bağlanır. Böylece, İstanbul nostaljisinin ve turizminin ‘Mevlevi’ yönü de tamamlanmış olur:

“İşte bu nedenle, korkusunda Ali’ye hak vermekle birlikte, gönlüm herkesin kendi inancını ya da inançsızlığını hiçbir kısıtlama, hiçbir baskı, hiçbir zorlama olmadan yaşayabilmesinden, ama aynı zamanda kendisi gibi olmayanlara da düşmanlık beslememesinden yanaydı. Tıpkı ırk, cinsiyet gibi, din de insanları ayrıştıran bir olgu olduğundan ortak payda olarak kabul edilmemeliydi. Hepimizin bir tek ortak özelliği vardı: insan olmak. Farklı inançlara, farklı etnik kökenlere, farklı cinsiyetlere, farklı dünya görüşlerine sahip olsak da hepimiz insandık. Bir başka ortak yönümüz ise İstanbul’du. Hepimiz bu şehirde yaşıyorduk. Camimiz, cemevimiz, kilisemiz, sinagogumuz bu şehirdeydi. İnsan olmak ve İstanbul’da yaşamak, işte bizi birleştirecek iki önemli zemin.” (s. 139)

Yine şüphelilerden biri olan eski solcu militan Namık Karaman da, doğru yolu bularak, tüm muhalifliğini İstanbul’u Savunma Derneği’nde sivil toplumun emrine koşmuş ve böylece “uygar ya da gelişmiş olmak, incelikli duygular, ılımlı tutkular, hoş tutumlar ve açık görüşlülükle kutsanmış olmak” (Eagleton, s. 28) anlamına gelen kültürün sahiplerinden biri haline gelmiştir.

Babalar, oğullar, gelenekler
Nostaljinin muhafazakârlıkla perçinlenmesi kaçınılmazdır; geçmişi özlemle yâd eden kişi için mazinin güzelliği geleneklerin el değmemişliğinde yatar. ‘Müzeyyen Abla’ şarkılarıyla demlenip, geleneği babalarından devraldıklarının bilinciyle onların anısına kadeh kaldıran Komiser Nevzat, Yekta ve Demir, geleneğin kimin için güzel ve anlamlı olduğu sorusunu sormazlar bile. Komiser Nevzat’ın, patlayan bir bombayla ölen karısı Güzide, “evinin direği olarak gördüğü kocasının dönüşünü bekleyen bir kadının şefkat yüklü sesi”ne sahiptir (s. 66), ve belki de bu yüzden, unutulamamaktadır. Zaten Nevzat’ın tarih öğretmeni annesi de (Nevzat, tarih sevgisini ve bilgisini ona borçludur) geleneksel rolünü hiçbir zaman unutmamıştır, tıpkı “İstanbul’un Romalı yanı”ndan Nevzat’a ‘miras kalan’ Rum sevgili Evgenia gibi: Evgenia’nın biricik rolü, acılarla, hüzünlerle yoğrulmuş bu ‘zor’ adamı anlamaya çalışmaktır. Gelenek, imparatorlardan seçkinlere, babalardan oğullara intikal etmektedir. Hafıza, ayrıştırarak ve ayıklayarak, hatırlamaya değil ama unutmaya devam etmektedir.

‘Son imparator’
Yedinci cinayet işlendikten sonra katiller de ortaya çıkar: Komiser Nevzat’ın çocukluk arkadaşları şair/mimar Yekta ve veteriner Demir. Cinayetlerin planlayıcısı Yekta’dır. Üç yıl önce, Âdem Yezdan’ın yaptırdığı bir sabotaj sonucu çöken sarnıç duvarının altında kalıp ölen karısı Handan ve oğlu Umut’un intikamını almak için işlemiştir cinayetleri. Handan’a âşık olan Demir de yardım etmiştir Yekta’ya. Kitabın başında, kültürcülüğün önemli sembollerinden Yahya Kemal’in “Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul” dizesiyle selamlanan şehir, yine bir şairin, Yekta’nın silahıyla savunulur. Böylece Ahmet Ümit, estet tavrını bir başka sembolle perçinlemiş olur. Sanat, kurtarıcı mertebesine yükseltilirken idealizmin ve seçkinciliğin doruklarına varılır.

Yekta ve Demir, cinayetleri İstanbul için işlemişlerdir aslında; İstanbul’un intikamını almak istemişlerdir. Üstelik, tarih öğretmeni annesinden ve edebiyat öğretmeni babasından (tarih ve edebiyat – Cumhuriyet döneminin temel ideolojik hegemonya alanlarından ikisi) İstanbul mirasını devralan Nevzat da, “barbarları” öldürmek konusunda arkadaşlarıyla aynı fikirde olduğunu, sarhoş olduğu bir akşam ağzından kaçırıvermiştir. Son kurban olan Hakkârili Kürt turizmcinin cesedi de, elinde 1935 tarihli bir madeni parayla, başlangıç noktasına, yani Sarayburnu’ndaki Atatürk anıtının altına bırakılmıştır. Paranın üzerindeki tarih, “sivil giysiler içinde, ellerini beline dayamış, düşünceli gözlerle mavi sulara bakan” Atatürk heykeli kadar manidardır: Erken Cumhuriyet’in, yani bir anlamda ‘gerçek Kemalizm’in sonu... Heykel de ilk Atatürk heykelidir zaten. Her şey, Cumhuriyet’in özünü işaret etmektedir. Kurbanların, Atatürk anıtının önüne bırakılmalarının nedeni anlaşılmıştır artık. Zaten, her cinayet için bir epizod yazan Yekta, sonuncu epizodunu bir imparatorun adıyla başlatmaz; bölümün başlığı ‘Bizim İstanbul’umuz Çalınmış Umutların Şehri’dir. Kemalizm’in seçkinci ideolojisi de, seçkin İstanbulluların “son imparatoru”dur. Yekta, Demir ve Nevzat’ın sisli bir İstanbul akşamında gördükleri şehir, Yahya Kemal’in tepeden gördüğü şehrin aynısıdır:
“İstanbul’a bakıyorduk denizden. Kral Byzas’ın efsanevi ülkesine, Konstantin’in imparatorluk başkentine, II. Theodosius’un taştan bir gerdanlığı andıran surlarına, Jüstinyen’in benzersiz Ayasofya’sına, Fatih’in cihanı yönettiği Topkapı Sarayı’na, Kanuni’nin muhteşem Süleymaniye’sine.” (s. 560)
Galiba, ‘tepeden’ bakınca, İstanbul ‘Kültür Başkenti 2010’ oluyor. Bestseller dediğimiz şey de, neresinden bakarsak bakalım, iyi bir ‘polisiye’ olmasa da iyi bir ‘proje’ değil midir zaten?

Ahmet Ümit
İstanbul Hatırası
Everest Yayınları, Haziran 2010, 561 s.






[1] Bu yazı Agos gazetesinin kitap eki Kirk’te yayımlanmıştır.
Aslı Güneş

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder